Hakan Yaşar: Dünyaca ünlü çılgın Türk ressam

Norveç’te yaşayan Türk ressam Hakan Yaşar, gurme aşçısı iken hayallerinin peşinden koşup beş yıl önce ilkokuldan beri hayali olan ressamlığa dönüş yapıp kısa sürede dünya çapında üne kavuştu. Dünyaca ünlü ressamların idolü Norveçli ünlü ressam Odd Nerdrum’un da beğenisini kazanan neo klasik Türk ressam  Hakan Yaşar, berber salonunda açtığı ilk sergisinden bugüne beş yılda zirveye çıktı.

Öncelikle yurt dışında oldukça popüler bir sanatçısınız ama sanat geçmişiniz de çok fazla değil. Türk sanatseverler için kendinizi biraz tanıtır mısınız?
Aslen Diyarbakırlıyım ama Konya’da doğdum. İlkokula giderken kitapların arasına ya da tahtaya resimler çizerdim. Bu yüzden de çok azar işittim. Babam 1987’de Norveç’e gitmişti. Biz de 1990 yılında aile birleşimi nedeniyle 14 yaşında Norveç’e gittim. İlk süreçte okula gitme, lisan öğrenme, mesleki okula gitme gibi zamanlar geçirdim. O sıralar resme zaman bulamadım açıkçası. Mesleki okulda elektro lisanıyla uğraştım, çünkü yabancı dilin de teknik bir kısmıydı. Bu eğitim süreci çok ağırdı ben de önce bulaşıkçılıkla yemek sektörüne girdim. Oraya giden ilk Türklerin çoğu restorancıdır. İkinci jenerasyon taksici, üçüncü jenerasyon da otobüsçüdür. Onların çocukları ancak Norveç halkıyla birlikte okula gitmeye başlamıştır. Doktordur, mühendistir, o mesleklere sahip olabilmeye başlamıştır.

Hızlı para kazanabilmek için bulaşıkçılıktan başladım. Ara ara resim yapıyordum. Bir galeriye gitmişliğim yok, bir ressamın öğrenciliğini yapmışlığım yok, kendi çapımda resimler yapıyordum. Zaten bizim çevrede ressam yok.

Portre çizmeyi çok seviyordum, yaşanmışlıklardan dolayı melankolik duygularım hep vardı. İçimde hep bir resim aşkı vardı ama para kazanmam gerektiği için hep arka plana atıyordum. Birçok restoran var, diskotek işletiyorum filan hiç zaman kalmıyordu. Norveç’in de en iyi gurme aşçılarından biri olmuştum.

2018 yılında beni Nerdrum’un (Odd Nerdrum, dünyaca ünlü Norveçli figüratif ressam) yanına bir davete çağırdılar. Yemekleri yaptım ve o ortamın kokusunu aldım, resimlerini gördüm. Sonrasında Nerdrum’a dedim ki, sen bu resimleri yapıyorsan, ben neden yapmayayım?

Patron olmaktansa sanatın kölesi olurum dedim, iki restoranımı sattım, Norveç’in en ünlü caddesi Yürüyen Cadde’de üç katlı bir yer tuttum. O güne kadar sergi açmamışım, bırakın sergiyi resimlerimi neredeyse kimse görmemiş ama ben üç katlı bir galeri kurdum. Öyle bir aşkla galeriyi açtım ki, posta kutusunun üzerine bile ismimi yazdım. Web sayfası, sosyal medya hesapları filan resim piyasasına çok hızlı girdim yani. Ondan sonra çalışmaya başladım.

İlk başlarda tekniklerini anlamak için hayranı olduğum Rembrandt ve Nerdrum’u kopyalamaya başladım, araştırmalara giriştim ve yavaş yavaş gelişmeye başladım. 2018’in eylül ayında restoranımı sattım, ekim ayında da atölyemi açtım.

Bir yer açmak için iyi bir zaman mıydı, kötü bir zaman mıydı?

Sanatta dört aşama vardır. İngilizce’de slave, bastard, master, grand master. Önce kölelikle başlarsın, sadece çalışırsın ve resim yaparsın, sonra bastard, yani tabir-i caizse işin piçi olmak diyebiliriz. Her aşamasının inceliklerini bilmektir ve ürettiğini bir de satabileceksin. Ben restorancılıktan gelen bir insanım, bir ürünü nasıl satacağımı bilirim. Master ise, öğrencin olursa master seviyesine yükselirsin. İyi talebeler yetiştirdim ve master oldum. Grand master ise, ustaların ustası gibi bir seviye. 65-70’lerine geldiğinde işte Nerdrum gibi artık daha da üst seviyede kabul edilirsin. Müzeler ve büyük koleksiyonerler senden resim almaya başlar. Benim şu anda talebelerim olduğu için master düzeyindeyim.

İlk serginizi ne zaman ve nerede açtınız?

İlk sergimi 2020 yılında Nerdrum’un şehrinde açtım. İki senede ne kadar geliştiğimi özellikle onların görmesini istedim. Çünkü orası Nerdrum’un yaşadığı yerdi ve onun hayranları, talebeleriyle doluydu. Tabii ki, sergiye hazırlanmak ve sergiyi açmak beni bir hayli zorladı. Neredeyse hiç param kalmamıştı. 25 çalışmayla sergimi açtım. Sergime gelen herkes acaba Nerdrum’un talebesi miyim diye merak ediyordu, ben de Nerdrum’la sadece şarap içtiğimi ama talebesi olmadığımı söylüyordum, daha çok şaşırıyorlardı. Oslo’dan bir galeri geldi, çalışmalarımı beğendiklerini, 10 tanesini kendilerine getirmemi istediler.

Parayı bitirmişiz, isim yok, satış yok, gerçekten zor durumdayım yani. Bir tane resim satsam, toparlayacağım ama satış yok. Sergi bitti, sırtladım resimleri geri döndüm. Para lazım, çocuklar, eşim para istiyor, evi geçindirmek zorundayım.

Nasıl çözdünüz bu zor durumu?

Bergen’de bir galeri vardı. Her şeyi satın alan ama çok fazla da sömüren bir galeriydi. 10 tane resmi Oslo’ya bıraktım, bir de Bergen’e gideyim belki bir şey olur dedim. Bir şeyler olacağını hissediyorum ama sıfırı da tüketmiştim. Bergen’e gittim, galericiyle konuşuyoruz, derdimi de anlattım, 5 tane resim bırakayım, 1-2 tane satayım, çocuklar para bekliyor dedim. Benim 65 bin kron (yaklaşık 155 bin TL) dediğim resmime 20 bin kron (yaklaşık 48 bin TL) teklif etti ve üstüne de İngilizce “Money is king” yani para kraldır deyince para kral değil, kral benim deyip resimlerimi alıp çıktım.

Ama yine para yoktu. O ara Bergen’de beni internetten, sosyal medyadan takip eden bir berber vardı. Aradım, sen burada mısın diye sordum, birkaç resim var, bakmak ister misin, diye sordum. Kabul edince onun yanına gittim. Galericinin 20 bin teklif ettiğiyle küçük bir resim vardı, ikisine 75 bin kron (yaklaşık 180 bin TL) teklif etti, ben de iki resmi ona sattım. Sonra o galericinin yanına gittim, parayı gösterip, “Artık bir milyon da versen, bundan sonra sana resim yok” dedim. Uzun süredir uyumamıştım ama 5 saat daha araba kullanıp eve döndüm. Evin içine adımımı attım, Oslo’dan telefon geldi. Bir video görmüşler sergiyle ilgili, iki resmi sordular, satılmadığını öğrenince de fiyatını sordular. Tanesini 166 bin Kron’dan (yaklaşık 400 bin TL) o iki resmi de sattım.

BERBER SALONUNDA İLK SERGİ

Daha sonra pandemi sırasında az önce bahsettiğim berber bana dedi ki, senin sergini benim dükkânda açalım. Kuaför salonu da epey geniş, içerisi tarihi bir yapıya benziyor ve o çevrede epey tanınıyor, neden olmasın dedim. Dükkâna girip çıkanlar hep benim resmimi görecekti. Resimleri asarken Norveç’in en büyük TV kanalı TV2 muhabiri, yoldan geçerken bakıyor içeride resimler asılıyor. Kamerasıyla çekim yapıyor, kanala gittiğinde de haber şefine bahsediyor. Haber müdürü pek ilgilenmiyor ama kamera görüntülerini görünce hemen bu resimlerin sahibiyle röportaj yapalım diyor. Böylelikle Norveç’in en büyük kanalı bu haberi de tam Noel gecesi yapıyorlar, herkesin evde olduğu bir akşam. Haber çıkınca, üç hafta içinde oraya koyduğum tüm resimler satıldı.

Sonrasında o haber Fransa’da çıktı, İskandinavya’da çıktı, Almanya’da bir sosyal medya fenomeni “haberlerde seni seyrediyoruz” diye sayfasında paylaşıp bana video attı. Olay aldı başını gitti, altı ayda Norveç’in en çok satan klasik ressamı oldum. Ondan sonra Japonya’da Tokyo’da bir yarışmaya katıldım. 3 bin 500 ressamın 5 bin 500 çalışmasıyla katıldığı bir yarışmaydı, şeref ödülü aldım.

Peki, niye Türkiye’ye döndünüz? Daha doğrusu Türkiye’de de çalışmaya başladınız?

Türkiye, benim ana vatanım, kopamıyor insan. Bir ayağım da Türkiye’de olur mu, diye çalışmalarımın bir kısmını burada sürdürmeye karar verdim. 2021 yılında IAAF İstanbul Fuarı’nda ilk kez bir sergi açtım, sevgili ressam arkadaşım Haydar Ekinek ile aynı standı paylaştık. Bu sergiye getireceğim resimlerin 2-3 katı fazlasını Türkiye’ye getirdim. Bir minibüsün arkasına resimleri koyup İstanbul’a geldim. İstanbul’daki serginin sonrasında bastım gittim Diyarbakır’a, orada 35 resimle belki de o güne kadar Diyarbakır’da en çok eserle sergi yapan ressam oldum. Sadece Diyarbakır’dan değil, çevre illerden binlerce sanatsever sergimi gezmeye geldi.

Adını dünyada ve Türkiye’de duyurduktan sonra hayatın nasıl değişti?

Hayatım pek değişmedi, ben yine aynı Hakan’ım ama artık resimlerimi sergilemek için galeriler beni arıyor, ben galerileri aramıyorum yani. Mesela 11 Kasım’da Stavanger Norveç’te sergim var, gelecek sene Nisan’da Drammen Oslo’da bir sergim var, arkasından İngiltere Parlamentosu için aradılar, orada bir sergim olacak. Frankfurt’ta büyük bir konçerto orkestrasıyla birlikte bir sergi yapacağız. Ama Türkiye’de de benim sanatımı görsünler istiyorum, bu yüzden çalışmalarımın bir kısmını burada da sergileyeceğim.

Türkiye şartlarına göre biraz pahalı bir ressamsınız…
Resim fiyatlarım biraz ağır ama dengelemeye çalışacağız. Norveç’teki koleksiyonerimi de Türkiye’deki sanatseverleri de üzmemem lazım.

Bir sanatçı olarak hayat görüşünüz nedir?
İnsanın içinde sanat aşkı varsa bir gün gelir patlar. Yaş çok önemli değildir, ben çok genç yaşta başlamadım. Bir de bunu yaparken başarmak zorunda olmak, ayrı bir duygu. Hem kendini kanıtlamak zorundasın öte yandan da iki restoranını satıp ben sanatımı yapacağım demişsin. Çok büyük bir sanat aşkı bu bendeki…

BENİM GİBİ ÇILGINA TIMARHANE YAKIŞIR

Biraz aşk, biraz da çılgınlık gibi bir şey…

Doğru söylediniz. Hiç sergi açmamışsın, tanınmıyorsun, restoranlarını satıp hayalinin peşinden koşuyorsun. Tam bir çılgınlık hatta delilik. Şunu da ekleyeyim, Norveç’te yeni bir atölye ve sergi alanı satın aldım. Eski bir tımarhaneymiş. Otantik bir havası olan çok farklı bir yer. Benim gibi spontane yaşayan çılgın bir sanatçıya tam da yakışan bir yer… (Gülüyor)

Aşçılıkla resim sanatı arasında bir bağ var mı?
Aşçılık dünyanın en stresli işi bence. Bazen yemekleri yetiştirmek için 24 saat sabahtan akşama ayakta durabilirsin. Norveç’in en iyi gurme restoranlarında mutfak şefliği yapmışım, yaptığım yemekleri insanlara beğendirmişim. Aşçılıkta, tadında eksiklik olduğu zaman fark ediyorsun, tuzunu, baharatını ayarlayabiliyorsun. Resimde de öyle, insanların beğenisine hitap ediyorsun, eksik bir şeyler hissettiğinde onları tamamlıyorsun. Boyamı kendim yapıyorum mesela… Sonunda sanatseverlerin beğenisini kazanıyorsun. Bunun için gerekli altyapıyı oluşturuyorsun. Tuvalinden boyasına, kasnağından fırçasına kadar her şeyi dört dörtlük yapmaya özen gösteriyorsun. Aşçılıkta da resim sanatında da öncelikle göze hitap ediyorsun.

HER SERGİ BİR DÜĞÜNDÜR

Diğer ressamlardan farkınız nedir?

Ben diğer sanatçılara benzemem. Bir atölyede ya da okulda ders almış sanatçılar gibi değilim. Mesela beni Aydın’da Efeler Belediyesi davet etti, orada 20 tane talebe yetiştirdim, benim talebelerimin de şu an sergisi var. Çok iyi talebelerim de var içlerinde. Bunu da kısa sürede yapabilmemin nedeni, çocukluğumdan beri korkmadan bir işlerin içine girebilen girişimci bir insanım. Bugüne kadar bir lira destek almadım kimseden. Bir şey yaparken de dört dörtlük en iyisi olsun diye uğraşırım. Hiçbir şeyden kısmıyorum, kesmiyorum. Dört dörtlük eksiksiz, hatasız bir düğün gibi olsun çok güzel olsun. Benim için her sergi bir düğündür çünkü. Sergimdeki resimlerim satılırsa o da düğünün takısıdır benim için. Her şey çok güzel olsun diye var gücümle çalışıyorum. Bu yüzden ben başka sanatçılara benzemem. Bu yüzden de hiçbir sanatçının yapamayacağı kadar kısa bir sürede çok hızlı yol aldım. Bir senede altı tane kişisel sergi açtım. Bunu hiçbir klasik sanatçı yapamaz. Ancak grup sergilerine 4-5 resim verirler.

Tarzınız tam olarak nedir?
Neo klasik… Zamansız… Daha çok insan resmediyorum. Doğumdan ölüme kadar insanın her halini resmediyorum. Bir de kadınları işlemeyi seviyorum.

Nü ağırlıklı mı?

Yok, nü ağırlıklı değil. Erkek olarak bir tek kendimi resmediyorum, çünkü erkek olarak bir tek kendimi seviyorum. Ama kadın ressamıyım diyorum. Erkek olarak nü çalışınca şunu diyorum, nü çalışacaksan ilk kendinden ya da eşinden başlamalısın. Eğer bunu yaparsan bir başkasının nü resmini yapma hakkını kendinde bulabilirsin.

Çıplaklar kampında başkalarının fotoğrafını çekmek gibi…
Evet, aynen öyle… Kendi fotoğrafını çekemiyorsan, başkalarını çekmeyeceksin. Önce kendi nü resmini yap, başkalarının nü resmini yapma hakkını kendinde gör. Bu yüzden ben Türkiye’de nü çalışanlara karşıyım. Kendilerini çalışmazlar ama elin adamını veya kadınını hoş hoş çalışırlar. Onun da eşi, dostu, kardeşi, akrabası var. Ben çabuk soyunan biriyim.

NÜ RESİM ŞEHVET UYANDIRMALI

İnsan resmi çalışırken estetik kaygılar çok fazladır, değil mi?

Talebelerim bunu bana söyledi. Hakan hocam, sizin kimseden duymadığımız dört tane sanat tabiriniz var. Nedir onlar dediğimde, bir keresinde resimde kadını şehvet duyulacak hale getirin demişim. Sadece kadın için değil, erkek için de aynı şekilde kadınların şehvet duyacağı bir şekilde çizin demişim. Çünkü o resmi alan kişi duvarına asacak. Eşinin resmini, çocuğunun ya da babasının resmini duvarına asmıyor, senin yaptığın başka bir insanın resmini asıyor. O resim senelerce o duvarda duracak. O resim, insanın yıllar boyu ilgisini çekmeli, haz duymalı.

Mesela, “boya doldur” tabirim vardır. Yani abanın diyorum, ben aşçıyım ya, bir fuarda sordular, o zamanlar beni pek tanımıyorlardı. Büyük resimlerde fırçam güçlüdür, hocam hangi akademiden mezunsunuz, kimden ders aldınız, Mimar Sinan mı, dediler. Ben de onun bir üstü, aşçıyım diye cevap verdim.

Peki, teknik olarak da ders almadınız mı hiç? Ne bileyim, fırça şöyle tutulur, çizgi şöyle çizilir gibi hiçbir eğitiminiz olmadı mı?

Eser Afacan’la biraz çalışmışlığım var ama onunla çalıştığım dönemde zaten resim yapıyordum. O zamana kadar 40-50 çalışmam vardı, ara ara resim yapmıştım, çocuk resimleri, insan resimleri, bir kenara koymuştum. Sergilerde asılan resimlere bakıyorum, hepsi parlak, benimkiler ise mat. Hayatımda bir galeriye gitmemişim, bir ressam tanımıyorum, bir atölyeye gitmemişim. Norveçli bir arkadaşımla birlikte Stavangerde’de yaşayan ve harika doğa resimleri çizen ünlü ressam Tor Olaf Lunde’nin galerisine gittik. Resimlerin nasıl böyle parlak olduğunu sorduğumda, normalde yağlı boyayı incelmek için kullanılan liquin jeli akrilik resim bitince üzerine sürebileceğimi söyledi. Tam çıkarken Norveçli arkadaşım, benim de resim yaptığımı söyledi. O da resimlerimi görmek istedi. Resimlerimi daha önce kimse görmemişti, ters bir şey söylerse resim aşkım bitecek. O zamanlar dokuz aydır resim yapıyordum. Birkaç gün sonra cesaretimi toplayıp 10 tane resmimi galeriye götürdüm. Resimleri astırdı, ben resimleri asarken arka odaya gidip talebelerini çağırdı. 16 tane talebesi varmış, onlara hitaben, “Gelin arkadaşlar, ben 25 senedir hocalık yapıyorum, akademisyenim. Hatta akademiye gidenlere hocalık yaptım, kendim de ressamım. Dokuz ayda bu kadar hızlı ve bu kadar iyi resim yapan bir ressam görmedim. Allah vergisi bir yetenek” dedi. O konuştukça benim göğsüm kabarıyor, içim içime sığmıyordu. Talebelerin arasında 70 yaşında olanlar bile vardı, hepsi geldi kutladılar beni. “Hakan, bana 6 ay kadar gel, sana soğuk sıcak balanslarını filan öğreteyim, çok daha mükemmel resimler çizersin, herkesi de ezip geçersin” dedi. Ama geçim derdine düşmüştüm, o dersi halen alamadım.

Resim yaparken en önemli şey nedir?

Önemli olan fırça kontrolüdür. Bir sanatçının diğer bir sanatçıya öğretebileceği tek şey tekniktir. Bu arada benim gerçek hocam, talebelerimdir. Teknik konuları normal bir insan 2-2 ayda öğrenir. İşin sırrı fırça kontrolüdür. O kontrolü sağlamak için de çok çalışmak lazım. Fırçayı artık hissedeceksin, elinin bir parçası olduğunu hissedeceksin. El alışkanlığın olacak, yatkınlığın olacak yani.

Benden ders almak isteyen talebelerim oldu, soruları olduğunda hocayım, çözmem gerek, kendi resmimde yapamadığımı, talebelerimin resminde mecburen yapıyordum. Bu da benim el melekemi geliştirdi. Günde 20 problem çözüyorsun, elbette elin hızlanır yani. Tek başına resim yaptığında düşünmüyorsun, sadece resme odaklanıyorsun. Ama talebelerime gösterirken konuşarak, düşünerek çiziyorsun. Bu şekilde benim fırçam çok hızlandı. Diyebilirim ki, bu tarzda dünyanın en hızlı ressamıyım. Bu kadar hızlı olmamın nedeni, talebelerimdir. Onlar benim hocamdır, onların sorunlarını çöze çöze usta oldum. Aydın’da 10 talebem, uzaktan kumandalı raylı sistemli elektrikli şövalem vardı, yetiştirdiğim en iyi talebeme orayı bıraktım ve ona sen de hocalarını bul, dedim. Benim sana öğreteceklerim bitti, kurs aç, talebe yetiştir, onlar senin gerçek hocaların olacak, dedim.

Resmin büyüklüğü önemli mi?

Resmin büyüklüğü önemli değil ama ben büyük resim yapmayı seviyorum. Bir de büyük resimde sanatçının kalitesini görme şansınız daha çok. Büyük resimde daha çok konu işleyebilirsiniz, daha çok detay olur, daha güçlü çalışabilirsiniz ve çalışabileceğiniz alan daha çoktur. Resim büyük olduğunda size biraz daha özgürlük alanı olur. Sergilerde de bir taşıyıcı resminiz vardır. O taşıyıcı resim, belki siz dahil kimsenin asamayacağı hatta satılamayacak bir resimdir. Ama o resim tüm sergiyi alır götürür. İşte büyük resim de böyle bir şeydir.

HER İNSAN BİR DÜNYADIR

Peki, ilham kaynaklarınız var mı?
Asıl ilham kaynağım ve öğretmenim doğadır, bilimsel tekniği öğreten ve hataların tekrarlanmaması için rehberdir. Her insan hayatı dünyanın her yerinden aldıklarıyla gelişir ve bir birey olur. Birey dünyanın kendisidir ve evren, birey var olduğu sürece dünyadır. Her birey vizyonu, davranışı ve yaşamı ile bir dünya yetiştirir ve inşa eder. Kendini insan yapmak diyebiliriz. Buradaki tek sorun, bireyselliğin egoizmle karıştırılmamasıdır. 

Çalıştığım her insan başlı başına bir dünya ve benim resimlerimde de bunu görecekler. Doğumundan önce ve ölümünden sonra birey artık bir dünya değildir. Bu yüzden ilk sergimi “Her insan bir dünyadır” ismin koymuştum.

Size gelsem, hocam benim bir portremi yapar mısınız, desem cevabınız ne olur?

Yapmam, 1 milyon kron bile verseniz yapmam. Çünkü ben patron sevmiyorum. Ankara Festivali’nde 1.400 ressam vardı, diyebilirim ki, en ağır stant benimkiydi. Tüm galeriler gelip benimle çalışmak istedi. Orada olan hemen hemen tüm galeriler bana kartını verdi ama dolaba attım, bakmadım bile. Çünkü ben patron sevmiyorum. Kimsenin benim üzerimde söz sahibi olmasını sevmiyorum. Bugün benim portremi yap diyen kişinin isteğine göre yapmak zorunda kalırım. Ben kendi isteğime göre resmimi yaparım, beğenirsen alırsın, beğenmezsen almazsın. Ben patronluğu da sevmiyorum. Zaten işimin patronuydum. Ben özgür olamazsam, kendim olamazsam bu işi de başaramam. Hayatımda sipariş kabul etmedim, etmiyorum, büyük konuşmayayım ama bundan sonra da kabul etmeyeceğim.

Ben kalitenin ne olduğunu biliyorum ve oraya doğru ilerliyorum. Mesela bazı çalışmalarım iki katman ama ben 10-15 katmana kadar gidebiliyorum. Yapabilirim ama bu sefer de senede 1 resim yapabilirim. Şu anda biraz satış resimleri biraz da ağır resimler şeklinde ilerliyorum. Benim felsefem; Kalite her zaman sahibini bulur.

Benim şeref ödülü aldığım resmin adı, “Kadın ve Tanrı”ydı. O resmin bir felsefesi vardır, daha doğrusu yaptığım her resme bir felsefe katmaya çalışıyorum. Yaptığım her resmin bir background’u vardır, bir felsefesi, bir adı vardır. Bana göre felsefesi olmayan resim, dekordur. Ben de dekor sanatçısı değilim.

Yanımda annem vardı, ona başımı Kürtler gibi sarsana dedim, kendi portremi öyle yaptım. Bir tarafta yerde akıntılar var, atölyem akıyor, biraz fakirlik var ama elimde paletim var ve gururluyum. Tarzıma da biraz uzak aslında ama portremi böyle yaptım. İsmini de “Ben Hakan” koydum. Sergiye de koydum, beni tanıyanlar kendimi böyle çizdiğime şaşırıyor. Öte taraftan da bu resimle, gerçek sanat benim, her resim benim bir parçam, diyorum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Günnur Ulusoy'dan "Çizgisel Hayatlar"

İsmail Özkan’dan Türkevi’nde anlamlı ziyaret

Şima'nın mitolojik kadınları

Cennet Külekçi Avrupa ikinci güzeli oldu

Engelsiz Yaşam Vakfı 15 yaşında

Konuralp Film Festivali 15 Mayıs’ta Düzce'de

İşte “Miss&Mr. Fashiontv 2024”

Hayırsever iş insanı Turhan Mildon vefatının 13. yıldönümünde anıldı

Oliver Heldens ve Robin Schulz 10 aradan sonra Türkiye'de

Kız çocukları için ünlüler bir arada