Fırat Altındal: Mitolojik hikâye ile şahsi tecrübenin çocuğu
Bu ay Fırat Altındal’ı daha yakından tanımak ve sanatseverlere tanıtmak için atölyesinde buluştuk. Bizi içtenlikle buyur ettiği atölyesi oldukça renkli ve keyifli bir mekândı. Duvarlarda başka ressamlara ait resimler pek olmasa da farklı şovaleler üzerinde birbirinden farklı ebatlarda tuvaller sıralanmıştı. Bütün bunlar ressamın dünyasının ipuçlarını verir gibiydi.
Servis edilen kahvelerimizden birer yudum aldıktan sonra ilk soruyu sordum. Öyle ya, kimdi Fırat Altındal, işe buradan başlamalıydı. 1987 yılında Şanlıurfa’da öğretmen bir baba ve hemşire bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. O büyülü güzelliğin, Fırat Nehri’nin, kıyısındaki kentte doğduğu için de O’na Fırat demişlerdi. Çocukluğu Mezopotamya’nın kadim masallarını dinleyerek geçmişti. İlkokulda dört işlemi en geç öğrenen kendisi olsa da o buna aldırmayıp matematik dersinde kareli defterin yapraklarını bile resimlerle doldurmuştu. “Üstelik köy okulundayız ve öğretmenim de babam, düşünebiliyor musun? Adamcağız evde bile ders anlatmaya çalışırdı bana.” Gülüyoruz. İnsanın kayıp cennetinin anahtarı bu gülüşlerde sanki, deyip yola devam ediyoruz. “Neyse ki, ailem bilinçli bir aileydi. Beni yeteneğime göre yönlendirdiler. Böylece güzel sanatlar lisesine girdim. Aydın Yüksel Yalova Güzel Sanatlar Lisesi’nden mezun oldum. Sonrasında Anadolu Üniversitesi Resim Öğretmenliği Bölümü’nde eğitimimi tamamladım.” Gerek lise gerekse üniversite yıllarından bahsederken heyecanla isimlerini andığı bazı öğretmenleri oldu. Lise yıllarından Mehmet Akkaya, üniversite yıllarından da rahmetli Oya Kınıklı ve Şemsettin Edeer özellikle üzerinde durduğu kimselerdi.Fırat Altındal, 2010 yılında üniversiteden mezun olur olmaz kendini İstanbul sanat camiasının içinde bulur. Sergi denemelerinin yanı sıra bazı müzayedelere de eser göndermeye başlar. Ama esasında oldukça sancılı bir süreçtir bu. “Eserler satıldı, sanatçılara paralar ödenmedi, koleksiyonerler dahî bazı sanat simsarlarınca dolandırıldı.” Bütün bu olumsuzluklar göz korkutucu olmakla beraber hiç de ahlaki değildi. Neyse ki, bu olumsuz durumdan öğretmen olarak atanması ve Gaziantep’e gitmesi ile kurtulur.
Gaziantep nasıl bir sayfa açtı hayatında?
Peki tekrar resim çizmeye başlaman nasıl oldu?
İstanbul’a atanınca bir anda tekrar geldi heves.
İlk kıvılcımı hatırlıyor musun?
Hem de daha dün gibi. Bak anlatayım! Daha yeni İstanbul’a tayin olmuşum. Silivri’de bir devlet okulunda ilk yılım. O yılın 10 Kasım töreninde, tam saat dokuzu beş geçe saygı duruşumuza eşlik eden sirenler çalmaya başlayınca çok etkilendim. Etkilenmeyen de yoktur herhalde! Her yerden siren sesleri yükseliyor, o seslere arabaların korna sesleri katılıyor. Tüm hayat duruyor. Ama o duran hayata inat kuşlar havalanıyor dallardan, üstümüzden uçuyor. Aklıma bir soru geldi o an. Neyin nesiydi bu “siren” dedikleri? Biz bu sese neden siren diyorduk!? Neden düdük değil, borazan değil de siren! Araştırdım, çeşitli kaynaklardan bu konudaki bölümleri okudum, sanat tarihi okuyan arkadaşlara danıştım ve şu anda da devam ettirdiğim “sirenler” serisi ortaya çıktı.
Hepinizin aklından geçen soruyu sormanın tam sırası: Odysseus’u hayatta tutan o ip, neyi imliyor ve bugün bir karşılığı var mı?
Olmaz olur mu hiç! O ip, şu anda da bizi kıskıvrak bağlamış durumda. Hem de o öyle bir bağ ki, kördüğüm desek daha doğru olur. Düşünsenize, en basitinden insanın ailesi, evi, eşi, çocukları, gelecek kaygısı, konforu, huzuru… Bunlar birer bağ değil de nedir!? Benim derdim o bağ ile işte! Bizi özgürlüğümüzden alıkoyan o bağı insanların gözlerine gözlerine sokmak ve görünür kılmak istiyorum. Fark edilsin istiyorum. O bağlardan kurtulmak fark etmemizle olacak kanaatindeyim.
Bana kalırsa mitolojik hikaye ile kişisel yaşantını birleştirmişsin.,,
Nasıl yani?
Baştan çıkarıcı sesleri ile denizcileri avlayarak hayatta kalmayı başaran “Sirenler” kadar “sirenler”in sesini merak eden Odysseus’un hikayesi mitolojiden ama bunların çağımızdaki izdüşümünü yakalamak ise şahsiyetinden doğan şeyler.
Belki de haklısın.
Haklı mıyım, değil miyim bilmem; özgürlüğü bu denli yüreğinden hissetmeyen bir sanatçıya, o kişilere sanatçı denir mi o da ayrı bir mesele, “sirenler”in hikayesi ne söyleyebilirdi ki!
Elbet bir şey söylerdi.
Bir günün öğleden sonrasında başlayan konuşmamız daha nerelere varacaktı kim bilir ama biz bu bahsi burada kesip “sirenler”in sonrasındaki projeler üzerine de biraz konuşmayı seçiyoruz.. Öyle ya, geçmişten el alan sanatçıların bugünü uzun olur!
“Sirenler”den sonra “Pandora” serisi üzerine yoğunlaşacağını belirten genç sanatçı daha sonrasında da tummuz ayındaki sergisinden bahsetti. Bu sergiyi de ekim ayındaki Bodrum sergisi izleyecekmiş. Ağzından biraz laf almaya çalışsam da ser verir ama sır vermez cinsinden bir sanatçı olduğunu kabul ederek belki de bir sonraki mülakatımız için açık kapı bırakmayı seçiyor.
Madem öyle “Bir kapı ya açık kalmalı ya da kapalı” diyerek bir sonraki ay “Pandora” için buluşmayı kararlaştırarak atölyeden, ressamın o büyülü dünyasından ayrılıyorum. Ayaklarımdaki bağı çözmek ne kelime kesip atmak için bir makas aramaya başlıyorum sokak ortasında.
.jpeg)
.jpeg)

.jpeg)
Yorumlar
Yorum Gönder