Sanatta kısıtlama kabul edilemez!
Resim sanatının usta ismi Prof. Dr. Fevzi Karakoç, yanmamış kömürle başladığı resim serüvenine akademik kariyeriyle devam ediyor. Şartlanmışlıkları reddeden tarzıyla sanatseverlerin yoğun ilgisiyle karşılanan Karakoç, ilköğretim döneminde öğretmenlerin çocukları yanlış yönlendirdiğini ve her ressamın çocuklar kadar özgür olmayı hayal ettiğini söylüyor.
Röportaj: Erol Işık
Kapak Fotoğrafı: Vildan Altınkaya
Hocam, müthiş bir ressamlık kariyerinizin yanı sıra uzun ve çok da önemli bir eğitimci yönünüz var. Benim gibi düz çizgi bile çizemeyen yeteneksizlere bile resim yapmak öğretilebilir mi?
Olsun canım, zaten biz de düz çizgi çizemiyoruz! Sorunuzun içindeki yeteneğin kimde olup olmadığı pek belli değildir. Kabiliyet oturup öyle düzgün resim yapmak da değildir. Kabiliyet, daha yaratıcı ve kendine has bir dil oluşturup farklı bir şey yetirebiliyorsa o zaman resim oluyor. İki türlü bakılıyor. Gerçi bizim günümüzde ressam deyince her şeyin doğru yapılması bekleniyor. Tam tersi Aslında onu bozduğun zaman yeni bir şey yaratabiliyorsan o resim oluyor. Aynı şeyi, zaten doğal olan bir şey koyuyorsunuz o doğada tıpatıp aynen var. İnsan figüründe rönesanstan önceden beri başladı insanı doğru yapma çalışmaları. Ve o kadar güzel yaptılar ki, insanların artık fotoğrafın ötesine bile geçecek kadar iyi yaptılar. Bunun üzerine ben ne yapabilirsin ki denecek kadar iyi yaptılar. Realizm, yani doğada olduğu gibi alıp aynen yapmak yerine daha yaratıcı akımlar çıkmaya başladı. Yani doğada olmayan bir şeyi yapabilmek.
Bunu müzik gibi de düşünebiliriz. Eskiden vardı ve beğenildi diye aynı müziği çalıp çalıp durursanız o da belli bir süre sonra sıkıntı yaratır. Şahsen şu anda figüratif bir resme baktığım zaman çok fazla etkilenmiyorum. Hiç görmediğim yeni bir şeyi resimde gördüğüm zaman yani bir başkasının yaptığından farklı bir şey gördüğüm zaman çok daha keyif alıyorum. Sanatçı, başkalarının görmediği, fark edemediği bir şeyi göstermesi lazım. Sanatçı, aynı şeyi ben de yapabiliyorum diye ortaya koyuyorsa kendine ait bir sanat yapmamış olur. Sanat, yapabilmek değildir. Yapabilmek, zanaattır çünkü. Biz diyoruz ki, yaratıcılık daha önemli. Biraz önce düz çizgi bile çizemiyorum dediniz. Belki düz çizgi çizemiyor olabilirsiniz ama tuvalin başına oturduğunuz zaman çok güzel, çok farklı resimler çizebilirsiniz. İlla ki, düzgün olmasını kimse istemiyor aslında. Düz çizgi çizilmesini ilkokul, ortaokul ve lisedeki resim öğretmenleri istiyor. Geçende bir okula gittim, hala iki tane dağ, ortasına güneş, bir nehir üzerinde köprü, yanında bir ev... Yani 60-70 yıldır aynı bakış açısı hiç değişmemiş. Sanat bu kadar statik, bu kadar monotonlaşmış olamaz. Öğretmen sanatı ve sanat yapmayı bilmiyor, düzgün yapmayı sanat zannediyorlar. Düzgün yapmak, sanat olamaz. Sonra bir de oturup burası doğru, burası yanlış diye resmin üzerine çarpılar atıyorlar. Bu çarpılar, o çocuğun içindeki ruhu öldürüyor. Sanatta, müzikte veya yaratıcılıkta yanlış diye bir olay yok. Doğru ve yanlış, ancak bilimde veya matematikte var. Hatta aksi kanıtlanana kadar doğru ve yanlıştır. Doğru ve yanlış, estetiğe göre değişir, bakış açınıza göre değişir, yaşam tarzınıza göre değişir. Hele sanat, tamamen özgürlüğe açılan bir pencere. Özgürlük olmadan sanat olmaz.
Az önce matematikten bahsettiniz ve sizin çocukluk yıllarında öğretmen okulunda matematikte bir hayli iyi olduğunuzu okudum. Matematiğe yeteneği olan çocuklar daha çok tıbba ya da mühendisliğe yönlendirilir. Resim yeteneğinizi nasıl keşfettiniz ya da keşfedildi?
Nasıl ressam oldum ya da beni yönlendirdiler mi, bilmiyorum. Ben ilkokul öncesi köyde boya filan yoktu ama yanmamış kömürlerle köydeki evlerin beyaz duvarlarına resim yapardım. Ev sahipleri çok kızardı bana çünkü resim nedir bilmezlerdi. Bir tek köyün imamı bilirdi ama o da günah derdi. Çevremdeki hayvanları, nesneleri filan çizerdim. İçimde bir resim yapma dürtüsü vardı yani.
Bu söylediğinizden şu anlamı çıkarıyorum: Demek ki ressam olunmuyor, ressam doğuluyor...
![]() |
Fevzi Karakoç, Erol Işık |
Biz yine Çankırı’dayken sevgiyi geldi sanıyorum İbrahim safiiydi yerleşiyor bu bir şey de Balkan harbi’nin sonu da işte o insanların açtıklarını işte çok güzel yağlı boyalar yapmıştı. Bizi okul olarak sergiye götürdüler, bayıldım sergiye. Sergi, Çankırı’da bir ay kaldı, ben her gün okul çıkışı sergiye gidip saatlerce orada kalıyordum.
Daha sonra Hayat Dergisi’nin içinde dünyaca ünlü sanatçıların reprodüksiyonları çıkardı. Ben o dergiyi alırdım ve o reprodüksiyonları nasıl yaparım diye uğraşırdım. Bu çalışmalar da benim resmimi çok geliştirdi. Renk yakalayabilmeyi, tonların nasıl oluştuğunu öğrendim. Toz boyaları keten yağıyla karıştırıp kendime boya hazırlardım. Büyük bir ilgim olmasaydı günün yorgunluğunun üzerine bu kadar uğraşmazdım.
Benim asıl atlama yaptığım yer, Hasanoğlu Köy Enstitüsü Okulu’ydu. Orada sanat ve sporla ilgili atölyeler vardı. Orası benim için çok büyük bir şans kapısı oldu. Atölyeye gidiyorduk, fırçalar, kağıtlar, boyalar, istediğiniz kadar malzeme vardı ve bedava kullanırdık. Neredeyse atölyeden çıkmıyordum. Hocamız bazen bize Matis’in Van Gogh’un reprodüksiyonlarını getirirdi. İyi resim olarak onlarla başladık. İlk işlerimiz klasik resimlerdi. O zamanlar resmi klasik resim zannederdik. Herkes gelir, bir portremi yapsana filan derdi, biz de yapardık ve o yaptığımızı da doğru resim olarak algılardık. Daha sonra sanat okullarındaki öğrenciler arasında yetenekli olanlar arasından sınavla seçim yaptılar ve birkaç arkadaşımla birlikte biz Ortaköy’e geldik. Bizi resim heykel müzesine götürüyorlardı. Resim hocamız Hamdi Dicle, oturup sınıfta bir şey yapmak yerine bizi sergilere götürürdü. Tabii o sergi gezmek ve yeni resimler görmek insanın ufkunu açıyordu. Sonradan baktım piyasada başarılı olan ressamların çoğu Hamdi Dicle’nin sınıfından oldu.
Bu sergi gezmeler, size yeni bir bakış açısı getiriyor, görgü ve bilgi sahibi olup bir yerde ilham kaynağı oluyordu, değil mi? Çevrenizde olup biten her şey zaten bir ilham kaynağı değil mi?
Az önce Mimar Sinan’da modernistler, empresyonistler vardı dediniz. Siz kendinizi bir akımın içinde görüyor musunuz?
ŞARTLANMIŞLIK SANATIN EN BÜYÜK DÜŞMANIDIR!
Bize üniversitede fotoğraf eğitimi verirlerken altın kesim gibi bazı kadraj kuralları öğretmişlerdi. Zaman içinde dijital fotoğrafçılık ön plana çıkınca hem bu kuralları uygulamak kolaylaştı hem de pek önemi kalmadı. Çünkü sonradan kadrajlar düzeltilmeye, ışık hataları giderilmeye başladı. Sonuçta sanatçı kısıtlanamaz diyorsunuz yani...
Bir de bu rengin yanına bu renk olmaz diyorlar mesela. Onların kurallarına uygun renk seçmek zorundasınız. Ben bu kuraların hiçbirini kabul etmiyorum ve kendi içimden geldiği gibi resim yapıyorum. Bu kuralsızlık benim içimden doğal olarak çıktı. Bir de benim şansım resim bölümünde okumamış olmam. Resim bölümünde okusaydım bugün yaptığım resimlerin çoğunu yapamazdım. Çünkü orada o kuralları beyninize şartlandırıyorlar, belli bir kalıba sokuyorlar. Kurallar empresyonizm zamanında geçerliydi sonra o da bitti. Sanatta kural yoktur ve olmamalı. Kural demek yaratıcılığa engel koymak demektir.
Bu kurallar nedeniyle resim dersinden bir öğrencinin zayıf alması bana doğru gelmiyor. Çocuklar resim çizerken dünyaya bakış açılarını ya da içlerindeki dünyayı çizmiyor mu?
Çocukların doğuştan sahip olduğu bu özgürlüğü kısıtlamamak için ya da içlerindeki farklı dünyaları ortaya çıkarmak için neler yapıyorsunuz? Sizin ilham kaynaklarınız neler?
Hocam, resimlerinizde farklı tonlar var. Özellikle de bazı resimlerde fon olarak kullandığınız uç renkler var. Çok sıcak, çok parlak, çok can alıcı renkler... Bazı resimlerinizde de farklı zemin geçişleri kullanıyorsunuz. Bunu sizin tarzınızın dışa vurumu olarak görebilir miyiz?
Beğenilmek önemli mi hocam?
Bu serüven içinde sanıyorum atların yeri çok farklı herhalde...
Bir de ben atı bu kültürlerin bir taşıyıcısı olarak görüyorum. Mesela Anadolu coğrafyasında kadınların da erkeklerin de çok renkli giysileri var. Bu çok belirgindir. Türkler de dahil yaşayan medeniyetlerin tümünde atlar çok önemli. Günlük yaşamda olduğu kadar savaşta da insanın araç olarak yanında olan bir varlık. Bu varlığın hem estetiğini kullanıyorum hem atın her insanda yarattığı çağrışımı kullanıyorum. Bu da benim taşıyıcı simgem oluyor.
Zaten sanat dünyamızda Fevzi Karakoç atı diye bir olgu var...
Resimdeki atlara baktığımızda sizin biraz daha soyut çalışmalar içerisinde olduğunuzu anlıyorum, doğru mu?
İslam kültüründe resmin günah olması nedeniyle geçmişte yapılan çalışmaların hemen hepsi soyut çalışmalar olmuştur. Birebir yapmak suret anlamına geldiği için günah sayılıyordu ve resimlere yorumlar katılıyordu. Günümüzde de bu böyle devam ediyor. Zaten her resim biraz soyuttur. Ben soyuta birtakım simgeler koyarak tanımlı bir resim olsun istiyorum ama baktığınızda tamamen soyut yansımalar oluyor. Benim yaptığım resimleri bir akım içine koymak zor, olmamasını da tercih ediyorum zaten. Günümüz zaten tamamen her şeyin özgürleştiği, insanların sınır koymadığı bir dünya. Sınır koyduğunuz zaman resim, resim olmuyor.
Sizin bir de akademisyen yönünüz var, öğrencilerinize ne öğretiyorsunuz?
Ben öğrencilere teknik öğretmiyorum, onları öğreten başka bölümler var. Ben tamamen doğaçlama resim konusunda eğitmeye çalışıyorum. Doğaçlamadan çıkan tesadüflerden kompozisyonlar oluşturma ile ilgili dersler veriyorum. Çünkü oradaki arkadaşlara haydi serbest bir şey yap dediğimde, yapamıyorlar. Fazlasıyla şartlanmış olarak geliyorlar akademiye. Portre diyorsunuz, kitaplarda ya da çizgi romanlarda çizilmiş resimleri tekrarlıyorlar.
ÖĞRENCİLERİN GÖZLERİNİ BAĞLARIM!
Önce o kalıpları kırıyorsunuz...
Hocam röportajın başında da söylemiştim, düz çizgi bile çizemiyorum diye. Bana bir tavsiyeniz var mı?
Üniversiteye gelseydin, sana da gözlerin kapalı resim çizdirirdim. Bakarsın sen de harika bir şeyler çizmişsin.
Hocam, sadece bunun için bir gün üniversitede sizi ziyaret edeceğim, bakalım ne çıkacak?
İşte bu düz çizgi çizemiyorum kaygısı o ilkokul ve ortaokul öğretmenlerinin yanlış eğitimi. Çocukları resimden müzikten nefret ettiriyorlar. İnsanlar benim ilkokuldayken resmim kötüydü deyip resimle ilgilenmiyorlar. Çocuğu zorlayıp mandolin ya da flüt çaldırmaya çalışırsanız o çocuk müzikten nefret edebiliyor. Müzik aleti çaldırmaya çalışmak yerine iyi müzik dinletseler çok daha iyi olacak.
Resimde de öyle... Çocuğa 23 Nisan resmi çizin diye ödev veriyor. Bugün büyük birine bile verseniz yapamaz. Kaç tane figür olacak resimde... Yüzler, kollar, bacaklar, bayraklar, şarkı söylerken ifadeler, hareketler... Çocuk da resimden nefret ediyor haliyle...
Hiç unutmam bir gün oğlum Yağmur, baba bana bir resim çizer misin, iyi not alayım da ortalamam yükselsin dedi. Ben de bir şey çizip verdim. Ertesi akşam Yağmur köpürüyor, Resmi gösterdi, her tarafı çarpı işaretleriyle dolu. Bir kez daha anladım ki, bu öğretmenler resim filan öğretmesin öğrencilere... Şimdi çizdiğim resimleri göstersem inanın yanlış diye nerelerine çarpı işareti koyarlar, bilmiyorum. Türkiye’deki resim ve müziği bitirenler, ilkokul, ortaokul ve lisedeki resim ve müzik öğretmenleridir.
Özellikle ilkokul öğretmenleri, matematik veya Türkçe gibi temel dersleri versin yeter. Öğretmenlerin de müzik ve resim bilmemesi normaldir ama onun dersini vermesi normal değildir.
YAPAY ZEKAYLA SANAT OLMAZ!
Son soru olarak şunu sormak istiyorum. Dijital çağda resmin gelişimi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sanat, sanatçının elinden çıkmalı. Çünkü sanatçılar zaten öyle var olmayanı yapmak için uğraşır, o ruhu bilgisayarla ne kadar aktarabilirsin, tartışılır. Bunun için çok iyi bir eğitim almış olman gerek. Bilgisayarı böyle ellerin gibi kullanabiliyorsan, düşüncelerini oraya çok rahat aktarabiliyorsan o zaman belki... Üç boyutlu çizim teknolojisi var ama teknolojinin sonucunu şimdiden kestirmek çok zor. Ayrıca dünya bunu kabul edecek mi, o da soru işareti. Dijital dünya ressamları öldürecek mi diye düşünürsek bence öyle bir şey olmaz. Yapay zekâ da yapamaz. Çünkü insan müthiş bir zekâ ve ruhu var. Makinede öyle bir şey yok, toplanan bilgilerle oluşturulmuş bir sonuca varıyor. Bir de yaratma olayı var ki o da apayrı bir zorluk.
Yorumlar
Yorum Gönder